Cumartesi, Ağustos 10, 2013

Ali Eralp: MÜCADELE DAHA YENİ BAŞLIYOR…

Ali Eralp

Bir yanda köy basıp, bebekleri bile kurşuna dizen PKK’lı katiller, öte yanda bu katillerle savaşan ve ömrünü vatan savunmasına adayan komutanlar…
Bir yanda APO, bir yanda APO’yu yakalayan, sorguya çeken komutanlar…

Genel Kurmay Başkanı sanık, PKK’lı katil Şemdin Sakık tanık…
Devleti “Yıkmaya teşebbüs” değil, “Devleti yıkmak” üzere silahlanan terör örgütü militanı caniler “yorulmasınlar” diye, helikopterlerle terörist kamplarına taşınırken, komutanlar müebbet hapse mahkûm edildiler.
Bir yanda kadın ticareti de dâhil her türlü pisliğe bulaşmış, Danıştay cinayetinde önemli görevler üstlenmiş “Osman’ım”, öte yanda 700 bin kişilik ordunun Genel Kurmay Başkanı…
Aynı salonda… Aynı davada, terörist olarak yargılanıyorlar…
700 bin kişilik ordunun Genel Kurmay Başkanı devleti yıkmakla suçlanıyor.
700 bin kişilik ordu emrindeyken, darbe yapmayan İlker Başbuğ, “Darbeye teşebbüs” suçundan, terör örgütünün başı olarak müebbet hapis cezasına çarptırılıyor. Osman’ım beraat ediyor. Trajikomik bir durum…
Osman’ımın beraat kararı okunurken Genelkurmay başkanı salonu terk ediyor…
Dayanılacak gibi değil çünkü…
Şanlı bir ordunun komutanı ile bir katil aynı yargılama kefesine konmuş. Terazinin öbür kefesinde ise tartı birimleri olarak kin, nefret, öç alma duygusu var…
Türkiye Cumhuriyetinin bir mahkemesi Osman’ım’ı müebbet hapse mahkûm ediyor, özel mahkeme ise serbest bırakıyor. Katiller el üstünde şimdi.
Mahkeme salonunda yurtseverlere hitaben, “Hepinizin kanını içeceğim” diye bağıran, ağza alınmayacak küfürlerle saldıran Osman’ım, yargıcın dilinde “Osman Bey’e” dönüşüyor. Savunmanın ve sanıkların türlü çeşitli yollarla sözünü kesip, mikrofonlarını kapatan ve suç duyurularında bulunan Başkan ona “Osman Bey lütfen sakin olun…” diye sesleniyor.
Ama daha önce gerçek bir yargılama yaparak, Osman Bey’i (!) müebbet hapse mahkûm eden, Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi yargıcı bakın, onun hakkında neler söylüyor:
“Osman Yıldırım, hayatı yalan üzerine kurulu bir şahsiyettir.
Ancak biz delillere bakarız, sanığın yalanlarına değil. Madem Danıştay saldırısı ile bir ilgisi yoktu, İstanbul’dan Alparslan Aslan ile birlikte Ankara’ya neden geldiler diye sormazlar mı? Alparslan Arslan’ın mahkemedeki ve savcılıkta verdiği ifadelere ne demeli? Onları da mı ciddiye almayacağız? ‘Birlikte geldik, Migros’un önünde buluştuk, tartıştık’ sözleri ne olacak?”
Gerçekler gün gibi ortada.
2007’den bu yana bir ortaoyunu oynandı. Cezalar çok önceden kesildi. Olmayan bir örgüt, olmayan bir suç ve tertiplenmiş sahte delillerle hedef, Cumhuriyet rejimine son vermek, Atatürk’ü tarihten ve Türk milletinin beyninden silmekti. Hedef, orduyu dağıtmak, orduyu şeriatçı güçler ve emperyalizm karşısında güçsüz düşürmekti.
Bu, şeriatçıların 200 yıllık bir rüyasıydı.
Bakın, Kayseri’nin Refah Partili Belediye Başkanı Şükrü Karatepe, 1996’nın 10 Kasım, Ata’yı anma gününde neler söylemişti:
“Süslü püslü göründüğüme bakıp da laik olduğumu sakın sanmayın. Resmi görevim nedeniyle bugün bu törene katıldım. …Bu zulüm düzeni değişmelidir. Ey Müslümanlar, sakın ha içinizden bu hırsı, bu kini, nefreti ve bu inancı eksik etmeyin. Bu bizim boynumuzun borcudur…”
Kin ve nefret tohumları o zamandan atılmıştı.
Şanlıurfa Belediye Başkanı Halil İbrahim Çelik ise Kayseri Belediye Başkanından da hızlıydı: ”Ben kan dökülmesini istiyorum. Demokrasi böyle gelecek, fıstık gibi olacak…” demişti.
Dönemin Başbakanı Necmettin Erbakan 11 Ocak 1997’de, Başbakanlık konutunda tarikat liderleri ve şeyhlere iftar yemeği vermişti. Sarıklı, sakallı ulemalar (!) çağ dışı kıyafetleri, son model arabaları ve korumaları ile boy göstermişlerdi.
Erbakan, “Kanlı mı olacak, kansız mı” ünlü deyişini de işte bu ziyafette söylemişti.
Bütün bu gerçekler ortada iken bu sorgulamalar, tutuklamalar bir demokrasi arayışı, bir hak arayışına mı dayanmaktadır, yoksa bir öç alma hareketi midir?
Kesinlikle söyleyebiliriz ki bu bir öç alma hareketidir.
İktidar, Türk Ordusuna ve Türk askerine son darbeyi vurmak için elinden gelen her şeyi yapmıştır.
Boynunda yolsuzluk, rüşvet, görevi ihmal, sahtecilik suçlarının levhası asılı iken bir kimsenin hiçbir inandırıcı kanıt ileri sürmeden bir başkasını darbecilikle suçlama hakkı yoktur.
İktidar sahipleri, yürekleri yetiyorsa önce Meclisin tozlu raflarında bekleyen dokunulmazlık dosyalarını açsınlar. Dokunulmazlıkları kaldırsınlar. Bunların arasında, tecavüzden eşe şiddete, sahtekârlıktan karşılıksız çeke ve uyuşturucudan hırsızlığa kadar pek çok iddia yer almaktadır.
Bu iddiaların hangisi Ergenekon davasında yargılananların eylemleri arasında vardır?
İktidar sahipleri, yürekleri yetiyorsa Deniz Fener’inin, kayıp trilyonların hesabını versinler önce. İsviçre bankalarındaki kirli mevduatların hesabını versinler.
İçlerinde ne ile suçlandığını bilmeden yıllarca cezaevinde kalıp, sonra da amansız bir hastalığa yakalanarak yaşamını yitirenler var. “Örgütün kasası” olarak topluma tanıtılan, ama cenaze masraflarını bile karşılayamayan bu “kasalar”ın (!) hesabını versinler.
Kendilerini “sütten çıkmış ak kaşık” gibi görenler, gösterenler, hapishaneleri muhalifleri ile dolduranlar, herkesi darbecilikle, ihanetle suçlayanlar, önce kendi dokunulmazlıklarını kaldırıp, adalet önünde aklansınlar. Temize çıkıp, gerçekten “ak” olsunlar…
Buradan çağrı yapıyorum: Böyle bir yargılamada sizler de yargıç önüne çıkıp, Ergenekon yurtseverleri gibi dimdik, eğilip bükülmeden savunmanızı yapabilir misiniz?
Var mısınız buna?
Ama şunu kesinlikle ve açıkça ilan ediyorum: Siz isteseniz de istemeseniz de o günler gelecek… Yargılanacaksınız… Çünkü henüz işin başındayız…
Halk gerçekleri görmeye başladı ve korku imparatorluğunu yıktı. Mücadele yeni başlıyor.
Korku yer değiştirdi artık. Çok kâbuslu günler yaşayacaksınız. Tüm tertiplerin, ihanetlerin hesabını mutlaka vereceksiniz…
Mücadele daha yeni başlıyor çünkü…
İLK KURŞUN

Hiç yorum yok: