Çarşamba, Mart 07, 2012

Türk ve Dünya Kadını

Türk ve Dünya Kadını
Saygın okurlar,
Sorularımı düşünün öyle yazının devamın okuyun…
1975 İspanya’nın Las Palmas adasında bir tıbbi toplantıda Türk bayrağı yok diyip toplantıyı protesto edip kırmız koltuğun örtüsünü yırtıp Türk bayrağı yapan Türk kim?..
ISAPS Uluslar arası kuruluşun da tarihinde ki TEK TÜRK VE TEK KADIN doktor kim olmuştur?...
Gündemimize düşen organ nakli ( Yüz naklini ) yapan saygıdeğer doktorlarımızı yetiştiren ve Türkiye’ye ilk  Plastic-Reconstructive cerrahi getiren ve de bu günler gelmesi sağlayan kim?..
Daha önemlisi şimdiki Tv. kanallarına sözde röportaj yapmak, kısaca reklamını yapmak ve sözde bilim adına konuşacağım diyerek, çıkmak için para vermeyen, bunları teklif edenlere gülen “ben doktorum palyaçoluk yapmam, ben insanlık için buradayım, bilim, Türk ve dünya insanları için çalıştım diyen kim?..
Bilim dalın kurduğu üniversitede emekli olmadan önce aşağıdaki konuşmasını odasında yapan kim?...
Yaşadığımız zaman diliminde herkes liderliğe soyunurken bu kadın kendi dalında dünya lideri oldu...
Bu oluşumu sağlayan iki faktör vardı, Babası ve ATATÜRK...

Tıp alanında, öğretim ve eğitim hiç bitmez bu olgu ölünceye kadar süren bir süreçtir....

O Kadın tıp dosyaları ve diplomaları bulunan odasında çalıştığı zamanlarda Atatürk portresini  arkasında değil,  tam karşısındaki duvara koyardı...
Bu davranışın bir nedeni vardı...
Aktif akademik yaşamının bir dilimin de,  turbanla derslere girme konusunda soruşturma yapılan bir öğrenci ile aralarında  geçen konuşmada, öğrenci; bu konuda neden bu kadar katı olduğunu ve  “sizin arkanızda kim var hocam?...” diye sormuştu…
O kadın biraz kızarak ama sesini yükseltmeden hafif gülerek şu cevabı verdi, “ arkana bakar mısın lütfen”   ve öğrencinin arkasında bulunan Atatürk portresini göstererek  “ İşte nedeni bu.  Çünkü o bana daima  --unutma orada benim sayemde oturuyorsun, sana bu imkanı verdiğim için sende diğer hem cinslerine aynı imkanları tanıyarak çağdaş bilimi yakalayabilirsin diyor.” demişti…
İsterseniz bu bilim kadınını biraz daha tanıyalım…
100 bin üyesi bulunan , tüm dünyada ki plastik cerrahi uzmanları derneklerini kapsayan, IPRAS yani International Plastic-Reconstructive & Aesthetic Surgery isimli kuruluş, geçen yıl, tarihinde ilk kez ve bir defaya mahsus olmak üzere; 100 tane bu dalda uluslararası etkinlikleri olan, en önemlisi bu dalın dünya çapında eğitim ve gelişmesine önemli katkıları olan nadide hocaları “Lifetime trusty” ataması ile ÖDÜLLENDİRME kararı almış. Lifetime trusty terimi tam olarak Türkçe karşılığı olmayan bir deyim. Hayat boyu yönlendirici, destek veren ve güvenilen kişi anlamına gelen, İngilizce bir terim ve “onurlandırma” ve kişiyi ÖDÜLLENDİRME” için kullanılan bir terim.
Bu karar dahilinde çıkarılan listede TEK TÜRK VE TEK KADIN olması bu zaman dilimde bizim açımızdan büyük önem taşıyor.
Bu titri alan kişi, seçim dışı tutularak, yani otomatikman bu uluslararası kuruluşun yönetim kurulunun, doğal üyesi olarak görev yapıyor.
İşte bu olgulara bağlı olarak ; 23 mayıs 2011 tarihinde Kanada’nın Vancouver kentinde yapılan IPRAS Dünya kongresinde düzenlenen Ödül Töreninde İLK KEZ ödüllendirilen doktor oldu…
Bu nedenle yine 2011 Ekim ayında Pekinde yapılan Yönetim Kurulu toplantısında ki görevi nedeniyle 72 saatliğine Çine gitti.
Budan önce 2002 yılında Kongresi yapılan, benimde bulunduğum ve Başkanı olduğu ISAPS Japonya’da ve İstanbul’ da çeşitli etkinlik ve kongrelerle kutlanmıştı…
ISAPS kongresinde yine dünyada  sadece Estetik Plastik Cerrahların Ulusal kuruluşu nezdinde yine Uluslar arası bir kuruluşunda dünya tarihinde ki TEK TÜRK VE TEK KADIN doktoru olma onurunu Türkiye’ye getirmişti.
İşte o kadını kendi hayatını en önemli olguyu kendi anlatımını şeklinde şimdi yazıyorum…
Baba ve Kız....

Tarih 2 Mayıs 1987....

Bir hastane odası, terminal dönemde pankreas kanserinden terminal dönemde olan bir hasta.
Son bir saattir şişen ve patlayan damar yollarına yeniden kateter takılmasını refüze ediyor ve devamlı olarak aynı cümleyi tekrarlıyor.”Geç kaldı, gecikiyor” Geç kaldığından yakındığı kişi bir kar fırtınası nedeni ile İsveç'teki toplantıdan dönüşü geciken kızıdır....

Yetmişyedi yaşındaki hasta,1910 yılında o zamanlar Osmanlı toprakları olan, Makedonya’nın Petriç kentinde varlıklı bir arı ve bal üretme çiftliği  sahibinin,  eski pehlivan Demir Ali Efendi ile Gülsüm Hanımın ikinci oğulları olarak dünyaya gelir. Henüz bebeklikten çıkıp çocukluk çağının  tadını çıkaracakları bir dönemde Birinci  Dünya Savaşının getirdiği ülkeler arası amansız savaşın yanı sıra, bölgedeki   iç çatışmalar ve Balkanlardaki Osmanlı  karşıtı ayaklanmalar bu sakin kentinde vurur. Beş yaşındaki Kani, bir gün babasının atının terkisinde çiftliği dolaşıp eve  geri döndüğünde ağabeyi Mehmet’e  sarılmış anasını milislerin tüfek namluları altında kendilerini bekler bulur....

Yavaşça attan indirilen beş yaşındaki   Kani ve yedi yaşındaki Mehmet’in analarının eteklerine sarılmış,yürek yakan feryatları arasında ve korkudan faltaşı gibi açılmış çocuk gözleri önünde Demir Ali Efendi at üzerinde vurulur...
Yere düştüğü anda mavzerler bir kez daha kan kusar yerde kıvranan koca cüsseli pehlivan kıvranır,can verir..
O sırada  kolları ve tüm bedeni ile üstlerine kapanarak oğullarını korumaya çalışan Gülsüm hanımda yaralanır...

Milisler atlarına binip, tehditler savurarak gözden kaybolurken çocuklarını korumaya çalışan Gülsüm Hanım ,hem yürekten  hem bedenden yaralı  konağa taşınır....
İzleyen günler ve aylar aileye sadece göz yaşı getirecektir.
Bir yanda omurilik yaralanması sonucu felç olup yatağa mahkum bir ana, bir yanda minik beyinlerinin henüz nedenini dahi kavrayamadığı bir yıldırma, tehdit ve kan ortamı...

Bütün bu acılara ve kayıplara daha fazla dayanamayan Gülsüm Hanım kısa bir süre sonra sevgili Demir Alisi ile kavuşmak üzere iki yavrusunu yetim ve öksüz olarak bırakır ve ebediyete  göçer...

Çiftliğin kahyası yaklaşmakta olan felaketi ve artık Balkanlarda Osmanlının
giderek güç kaybettiğini gözlemleyen bilge bir kişidir.

O tarihlerde henüz 17 yaşında olan kendi oğlunu da kurtarabilmek amacı ile  bir plan yapar ve  kendisi bile çocuk sayılabilecek bu  genç delikanlı iki erkek çocuğunu da yanına alarak İstanbul’da yaşayan akrabalara teslim etmek üzere yollara düşer....
Edirne’ye vardıklarında daha küçük olan Kani’yi Askeri İdadiye’ye  verir,yaşı büyük olduğu için o okula alınmayan Mehmet’le yola devam eder.
Hiç bir zaman öğrenilemeyecek bir nedenle küçük yavru Çorlu’da çalışmak üzere bırakılır ve bir daha kendisinden hiç haber alınamaz,ömür boyu kayıptır....

Talihsizlikler Kani’yi kovalamakta adeta ısrarlıdır bir kaç yıl sonra okulun bahçesindeki incir ağacından düşer kulağı  yaralanır, işitmesini kaybeder ve sonuçta subay olamaz diyerek okuldan çıkmak zorunda kalır.

Akrabalarını, ağabeyini aramak üzere küçük çocuk yollara düşer, lakin hayal kırıklığıdır İstanbul’a varış.
Hayatın ona daha beş yaşında iken biçtiği bu yaşam şeklini değiştirmeye yemin eder....
Ve bundan sonraki yıllarını tek başına, meslek edinme çabaları ile geçirir ve başarırda...
Bir süre sonra kahyanın oğlu ile tekrar buluşur ve birlikte yaşamaya başlarlar....

Bu hikayeyi  43 yaşına kadar hiç kimseye anlatmayacak ve kahyanın oğlunu herkes,eşi ve çocukları bile gerçek ağabeyi olarak bilecektir...


Zaman içerisinde Ankara’ya yerleşir ve mahalle komşusu bir kıza aşık olur..


Bu, güzel sesli,ut çalan,endamlı,alımlı,hanım kız ise Rumeliden gelme bir ailenin kızıdır. Baba müstantik yani savcı Hüseyin Hüsnü bey, sevgili eşi Fehime hanımı yıllarca evvel yitirmiştir.

O evde iki oğlu ve kızı ile yaşamaktadır.
Ailenin bu yakasının  geçmişi ve özel öyküsü ise bugün burada anlatılmayacak...
Hüseyin Hüsnü bey Kurtuluş Savaşında Atatürk’e çeşitli  yerlerde görev alarak hizmet etmiş bir Adalet Bakanlığı çalışanı, Atatürk ve devrimlerine sımsıkı bağlı, ileri görüşlü aydın bir kişi.
Kimi kimsesi olmayan birine kız vermeye hiç niyetli değil. 
Nadire’si  onun kıymetlisi.
Lakin iki gönül bir olunca,hele Rumeliliden başkasına ne kız verir nede alırım diyen savcı, Kani beyin de Rumelli olduğunu öğrenince sonunda pes eder ve 11 Eylül 1931 günü Kani  bey ile Nadire Hanım evlenirler.....
Daha nişanlı iken Kani bey nişanlısına derki: ”Bir tanem, bahçeli bir evimiz, bir kız , bir oğlan çocuğumuz olacak. Oğlan mühendis olsa iyi olur, lakin kız mutlaka doktor olacak”..
Ve bu dilek yerine gelir, önce bir kız sonra bir erkek çocukları ve sonrada bahçeli güzel evleri olur.
Yıllar geçer,hiç doktor görmediği halde  küçük kız hep doktorculuk oynar ....
Bebeklerin başını veya karnını açıp aspirin koyar boşluklara tedavi için..
Yıllar içinde meslek arzuları değişim geçirirse de, liseyi başarı ile bitirip, Tıp Fakültesine baş vurur.
O yıllarda sınav olmadığı için Üniversiteye giriş lise bitiriş diplomasına göre yapılmaktadır.
Fakülte Genel Sekreteri kızımıza hemen hiç şansı olmadığını söyler, çünkü Pek İyi ile mezun olsada Edebiyat Bölümü mezunudur.
Oysa öncelik Daima Fen mezunlarınındır.
Kendisine başka bir fakülteye baş vurmasını önerir Genel Sekreter.
Aldığı  cevapsa  onu şaşırtır, kız öğrenci babasının arzusu doğrultusunda Doktor olması gerektiğini belirtir ,sıra numarası alır ve çıkar....
Genel Sekreter kızını okutan ve doktor olmasını isteyerek destekleyen bu babayı sonra tanıyıp, keşke tüm babalar sizin gibi olsa diyecektir....

İşte geçen çok uzun uzun yılların sonucunda kızımız iyi ve başarılı bir doktor olmuş ve “Bir beyaz önlük giyip dolaşsa hele kapısında Doktor Güler Gürsu yazan bir levha göreyim o gün ölsem gam yemem “ diyen babasını hep mutlu etmiş,her zaman,her karar   aşamasında “acaba babam yanımda olsa onaylarmıydı” diye düşünmüş,ve kendisine bu kadar güvenen seven ve destekleyen babasını her başarısında yürekten teşekkür etmiş yıllar boyu...

Hastalığı esnasında herkese ”Cumhurbaşkanı olsam ancak böyle bakılırdım” diyerek kızına olan güven ve sevgisini hep dile getiren o güzel insanı son dakikalarında istemeden de olsa bekleten bendim. Hastane odasına girdiğimde yüzü aydınlanmıştı fakat artık yolun sonuna geldiğimizi ikimizde biliyorduk.
Başka bir âleme göç etmek için bile beni bekliyordu.
İlginç bir biçimde ölümü ertelemeyi başarmıştı bu mücadeleci ruh.
Birbirimizi öperek, kucaklaşarak vedalaştık.
Yattığı yer nur olsun.
Eğer bu geçen 50 yıl içerisinde hastalarıma, bilime ve eğitime bir nebze katkım olabilmiş ise bunu  daha otuzlu yıllarda kız çocuğunu okutma aşkı ile yanan babama borçluyum.
Kızlar ve babalar hep yakın olurlar denir, hele benim babam gibi yokluklar, zorluklar ve yalnızlıklar içinde büyüyen bir erkişi “Kızım illada okuyacak “derse o baba baştacı edilir.

Bütün bu öykünün  bizlerle bağlantılı noktası ise ;o yıllarda genç  Cumhuriyet döneminin yeni evli çiftlere verdiği ilham ve gösterdiği yoldur,bugün hala kız çocuklarını okutup okutmama tartışması gibi akıl almaz konularla uğraşan bu toplumda ,başı dik, onurlu ,meslek sahibi veya bir biçimde memleketine ve halkına yararlı üretirler peşinde olan tüm okumuş kadınların babalarını saygı ile kucaklıyor, en büyük babaya  en yürekten sevgi ve minnetle sesleniyorum;
“İyi ki vardın, ben senin sayende buralara gelebildim, her şeyimi sana ve Atatürk'e borçluyum”

Evet,

Dr. K. Güler GÜRSU şahsında tüm kadınlarımıza saygılarımla...
Cessur Demirali Gürsu

Hiç yorum yok: